14 Kasım 2014 Cuma

Yıkımın Sonrası - Bir Resim Bir Hikaye

Yıkımın Sonrası
     Büyük kısmı kararmış göğe yükselen dumandan çıkan parçacıklar burnumun etrafında döndükçe kaşınma ve gıdıklanma hissi içimi sardı. Aslında uzundur bir kara parçasına böylesine yakın durmuyordum, belki de bu tip karalara has kalıntıları yadırgamaya başlamıştım. Benim işim denizdeydi, çünkü Büyük Aldatmaca'dan sonra bana göre en temiz ve yaşanılası kalan yer denizdi.
     Büyük Aldatmaca'ya inandığımız günlerde evimde oturan sıradan, basit bir çocuktum. Babam işten eve gelmişti ve her çarşamba akşamı gibi bana bademli çikolata getirmişti. salı günleri portakal suyu, pazartesi günleri de kremalı ve çikolata kaplı bisküvi getirirdi, haftanın diğer günlerindeyse hiç bir şey getirmezdi. O gün de yemeğimizi yemek için masanın etrafında toplaşmıştık, ben henüz yediydim. Annem her zamanki gibi bademli çikolata gününe benim normalde yemeyeceğim yemeklerden birini yapmıştı, böylece çikolatamı yemek için tabağımı bitirmem gerektiğinden onun istediği oluyordu. Bazen babamla annemin bunu bilerek yaptıklarını düşünsem de çikolatamı aldıktan sonrası beni pek ilgilendirmiyordu.
     Neyse, yemeğimizi yavaşça kaşıklamaya başladığımızda haberleri açmıştık. Herhangi bir kanal, sıradan akşam haberleri ve dünya gündemi. Dedim ya, yediydim, o zamanı hatırlamıyorum haberlerden ne duyduk, ama babamla annem duydukları gibi korkmuşlardı. Çünkü bir yüksek düzey yetkilisinin kaçırılması söz konusuydu ve bu kaçırılma iyi bir şekilde değil, kaçırılanın cesedinin bulunmasıyla sonuçlanmıştı. İşin kötü tarafı da olayın taraflarının halihazırda gergin olan iki ülke arasında olmasıydı. Bu durum da savaş başlatmıştı; yıllardır gerçekten sıcak sıcak yaşanmayan o savaş kelimesi yıllar sonra; ikinci dünya savaşının ardından neredeyse 80 yıl sonra orada patlak vermişti. Yedisindeki bir çocuk olan ben için pek bir şey ifade etmiyordu bu bana fakat annemin ve babamın telaşı dahi bana yetiyordu. 
     Çok sonralardan öğrendim; aslında bizim ülkemiz o öldürülme olayında değilmiş ama bizim aramızın iyi olduğu bir ülke dahilmiş olaya. Sonrasında zaten zincirleme bir restleşmeler ve askeri harekatlar, uçaklar, silahlar... Belki de hafızam net kayıtlara o yıllarda başladı, çünkü şuan dahi gözlerimi kapayınca her ayrıntı orada duruyor. Açınca ise, daha güzel mi kötü mü olduğuna karar veremediğim yıkımın sonrasındaki bir dünya bana merhaba diyor.
     Savaş orada başladıktan sonra büyük silahlar -hani bu dünyası yıkıma sürükleyen tipten- piyasaya çıkmadan hemen önce en baştaki o iki devlet ittifak oldu. İş işten geçtikten sonra anlaşıldı ki aslında ölüm olayı tamamen bir tezgahmış. Yani dünyayı savaşa sürüklemek için bir aldatmaca yapmışlar; Büyük Aldatmaca.
     Yine de hesaba katmadıkları bir şey oldu. Ummadıkları ülkelerin, ummadıkları silah hazırlıkları vardı ve kullandılar. Çünkü kaybedecek bir şeyleri yoktu ki, zaten öleceklerdi, onlar da ellerindeki silahı ateşledi. 
     Ve dünya büyük bir yıkım yaşadı. 
     Gerçi hesapladıkları gibi olsaydı da şuan muhtemelen onların kölesi olarak çalışan birisiydim. Ancak şuan özgürce yelken açabilen, ticareti oldukça iyi yapan, yüzü tanınmayan ama adının efsanelerinin kendisine dahi anlatıldığı birisiyim.
     O yedisindeki çocuk çok şey kaybetti süren savaşta; en önemlisi ailesini, çocukluğunu, sıcak yatağını, bademli çikolatasını... Ancak her kayıp yediyi sekiz, sekizi dokuz yaptı. Artık yirmi altıyım. İlk nükleer Atıldığından bu yana on sekize yakın yıl geçti; bunun neredeyse altı yılı sığınaklarda bir dilim ekmeğe muhtaç bir şekildeydi. Ama ben hayatta kalabildim ve bu beni daha da güçlendirdi. Toprakta ayak basmaya yer olup da dışarı çıktığımızda büyük bir isyan oldu ve kendisine Hükumet diyen iş bilmezler, sıradan birer insan oldular. Kimimiz doğuya, kimimiz batıya yürüdü, ben de denize yürüdüm. Hala bazı topraklar adım atılamayacak kadar öldürücü. Çoğu yerde nefes almak da zor ama bence denizde her şey daha kolay.
     Ben Yıkımın Sonrasındaki dünyada yaşayan, tuttuğunu koparan bir gencim. Gemimi limana bağladıktan sonra burnumu kaşıdım ve tahta iskelede yürümeye başladım. Etraf alacakaranlıktı, yani henüz öğle filan olmalıydı. Limanda benimki dahil iki gemi vardı ve biri de yeni ayrılmıştı; çok ziyaret edilen bir yer değildi. Bu yüzden fazla keşfedilmiş bir yer değildi. 
     Sırt çantamı iki koluma geçirdim ve saf bir turistmiş edasıyla artık var olan dünyadaki beş on liman şehirlerinden birine adımlarımı attım. Şehrin derinliklerinde beni bekleyen şeyin kokusunu alabiliyordum, başkasının olmayan şeyin, benim olan şeyin, benim olacak şeyin.

1 yorum: